بسم الله الرحمن الرحيم

17 Kasım 2007 Cumartesi

11 Kasım 2007 Pazar

TÜRBAN


Örtünmek islamın emridir.Hiçbir kuvvet yasaklıyamaz.Yasal olarak Örtünmek yasak değildir.

5 Kasım 2007 Pazartesi

Irkçılığın Pislikleri

IRKÇILIĞIN İNSANLIKLA ALAKASI YOKTUR

Irkçılık, insanlık tarihi içinde uzun bir geçmişe sahiptir. Eski Yunan, Roma, Mısır toplumlarında egemen uluslar kendilerinin doğal üstünlüklerine inanırlar, kendilerinden olmayan ulusları ikinci sınıf insan, dolayısıyla köle ve hizmetçi olmak üzere yaratılmış topluluklar olarak değerlendirirlerdi.

İsrailoğulları gibi kimi toplumlarda ise ırkçılık dini bir nitelik kazanmıştı. Kendilerinin seçilmiş ulus olduklarına inanan israiloğulları, İslâm'ın tebliğ edildiği dönemde, sırf kendi uluslarından olmadığı için Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini kabul etmemişlerdi .

Nazizmden farklı biçimde de olsa, Avrupa uluslarının sömürgecilik hareketlerinde haksız ve insanlık dışı eylemleri meşrulaştırmakta ırkçı görüşler başlıca etken oldu.

İspanyollar Amerika'ya geldiklerinde Yerlilere karşı izledikleri yayılmacı ve saldırgan politikalarını, Yerlilerin İspanyollardan farklı oldukları, kendileriyle aynı anlamda insan bile sayılamayacaklarını öne süren ırkçı teorilere dayandırdılar, topraklarını ellerinden aldıkları Yerlilere insan gibi davranmanın gerekmediğini öne sürdüler. Thomas Carlyle, James A. Froude, Charles Kingsley ve özellikle Rudyard Kipling'in yazılarında ısrarla işlenen "beyaz adamın misyonu" düşüncesi de sömürgecilik döneminde ırkçılığı meşrulaştırıcı ve sömürgeciliği yüceltici bir işlev gördü.

Bu düşünceye göre beyaz Avrupalı öteki ırklara medeniyet götürüyor, dolayısıyla insanlığa hizmet ediyordu. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya'da, Afrika'da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde "medenileştirme" görevlerine dayandırıyorlardı.

ABD'de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde Yerlilere, daha sonra da Siyahlara yöneldi. Günümüzde ırkçılıktan belli ölçüde bir uzaklaşma eğiliminden söz edilse de başta ABD olmak üzere tam Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail'de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

İslâm, zulüm ve sömürüye yol açan tüm inanç ve düşünceler gibi ırkçılığı da yasaklamıştır.

İslâm'a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi medenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir.
Hz. Peygamber (s.a.s)'de câhilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Veda haccı sırasında, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir. Mekke'nin fethinde, Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber (s.a.s) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Sizden câhiliyye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah'a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar iki gruba ayrılırlar.

Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. ikinci grup ise günahkar ve isyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Adem'in çocuklarıdır; Allah Adem'i de topraktan yaratmıştır."

Irk üstünlüğü düşüncesinin temelsizliği başka bir hadiste de şöyle ortaya konur "Hepiniz Adem'in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler" (Tirmizi Tefsir sure, 49).

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yeniden canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Yeni devletin özellikle dil ve kültür politikalarında etkili olan ırkçı eğilimler zamanla Türkçülük, Turancılık adıyla bilinen bağımsız bir politik hareket haline geldi. Bu hareket çeşitli parti ve örgütler içinde varlığını günümüzde de sürdürmektedir.

23 Ekim 2007 Salı

Türkiye Bağımsız Olmadıkça PKK,dan Kurtulamaz

Güçlü bir devlet olan Türkiye.1982 tarihinden itibaren,sürekli olarak kan kaybetmektedir.Makam-mevki ve çıkar uğruna ülke insanı yıllardır kana bulanmıştır.İncirlik ABD,ye kiralanmış.Habur kapısı ABD,nin emrine verilmiş,iskenderun limanı satılmış.

Irak işgal edilmişse Türkiye Hükümetinin marifetiyle bu hale getirilmiş.Türk askerinin başına çuval geçirenler.kuzey ırakta kukla bir kürdistan kurdurmuş.

Irak cumhurbaşkanı,başbakanı,savunma bakanı,iç işleri bakanı gibi hassas noktalara Peşmerge getirtilmiş.Böylece PKK kuvvet bulmuş,ABD silahlarıyla donatılmış,Türkiye üzerine saldırarak,kalleşçe,sinsice tuzaklar kurarak.masum ve genç Türk evlatları katledilmiştir.Dışa bağımlı olan AKP her ne kadar tezkere çıkmıştır.Kimseden emir almayız.her an ıraka gireriz dese de,Başbakan yarın izin almak için İngiltereye gidiyor.Bu hangemede ingiltereye değil,Türk askerlerinin hiç kimseden izin almadan Iraka girmeliydi.

Daha dün Türkiyeden kırmızı pasaport alan iki Iraklı çakal,Bugün Türkiye,ye diş bilevleyip girerseniz vurururz demezdi.dememeliydi.PKK elebaşlarını değil,bir kediyi dahi Türkiyeye teslim etmeyiz diyemezdi.Bunu bir dedirten var.ABD Iraka girip sanki işgal etmemiş gibi,Türkiye Irak topraklarına girerse işgal oluyormuş.Halbuki daha kursaklarında Türkün ekmeği var.zıkkım olsun.ateş olsun.o dört yıl verdiğimiz ekmeğin karşılığını almamız lazım.

Kerkük,Musul ve Süleymaniye,Irak bütünlüğü içersinde kalmak kaydıyla,Lozan antlaşmasında Bırakılmıştır.şayet ırak bölünürse,sözü edilen yerler asıl sahibi olan Türkiyeye iade etmeleri gerekir,değilse savaş sebebi olmalıdır.Ancak basiretli bir başbakanın olması gereklidir.

Türkiye Kuzey Irak,a Elektirik ve Yiyecek veriyor.ABD,silah veriyor.AB destekliyor,Haburdan %70 ABD kargosu geçiyor,İncirlik açık.

PKK,Kimdir?.Vatanı nerede?.ve Nereden besleniyor?.

EE Besle kargayı oysun gözünü misali.Önce teşhis konulmalı.sonar Borazanı öttürmeli.

6 Ekim 2007 Cumartesi

Şirk

Şirk üç türlüdür.

l - Büyük Şirk
2 - Küçük Şirk
3 - Gizli Şirk

1 - Büyük Şirk:

a) Dua Yapmada Şirk: "(Dua yalnız Allah'a yapılır. Başkasına yapıldığı zaman şirktir. Ölüden yardım istemek gibi.)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca O'na hemen eş koşarlar."
(Ankebut: 65)
b) Niyet ve İstemede Şirk: (Yani; bir iş yaparken Allah rızasından başka bir şey için yapmaktır.) Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenler orada işlediklerinin karşılığını eksikliğe uğratılmadan veririz. İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir, zaten
yapmakta oldukları da batıldır." (Hud: 15-16)
c) İtaatte Şirk: (Allah'ın itaat etmeyi yasakladığı bir konuda birisine itaat etmek veya kendisine itaat edilmeyi yasakladığı birisine itaat etmek demektir.)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını,(din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. Oysa tek olan Allah'tan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ibadete layık ilah yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe: 31)
Bir gün Rasulullah (s.a. s) bu ayeti kerimeyi okuduğu sırada içeriye daha evvel hristiyan iken İslam'la şereflenen Adiyy İbn Hatem (r.a) girdi ve bu ayeti kerimeyi duyunca Rasulullah (s.a.s)'e:"Onlara ibadet etmiyorlar ki" dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s):"Onlar Allah'ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?" diye sorunca Adiyy b. Hatem:
"Evet" diye cevap verdi. Rasulullah (s.a.s) de:"İşte böylece onlara ibadet ediyorlar" buyurdu.(Tirmizi-Ahmed b. Hanbel)
d) Sevgide Şirk: (Yani; bir mahluku veya herhangi birşeyi Allah kadar veya Allah'tan daha çok sevmektir.)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp O'na koştukları eşleri Allah gibi sevenler vardır. Halbuki iman edenlerin Allah'ı sevmesi her şeyden fazladır."(Bakara: 165)

2-Küçük Şirk:

Riya (gösteriş)'dir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbine ibadette ortak koşmasın."(Kehf: 110)
Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor:
"Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir." Bunun üzerine sahabeler şöyle sordu:
"Küçük şirk nedir? Ya Resulallah!" Rasulullah (s.a.s) de şöyle cevap verdi:
"Riyadır. Cenabı Hak insanları amellerine karşılık cezalandıracağı zaman riyakarlara: "Dünyada gösteriş yaptığınız kimselerin yanına gidin. Onların yanında bir mükafat bulabilecek misiniz?" diyecektir." (Ahmed b. Hanbel)

3) Gizli Şirk:

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor:"Bu ümmetin şirki karanlık bir gecede dümdüz bir kayanın üzerinde yürüyen siyah bir karıncanın ayak sesinden daha gizlidir." (Hakim)
Büyük şirk insanı İslam dininden çıkarır, kafir yapar. Küçük şirk ise İslam dininden çıkartmayıp büyük günahlardan daha günahtır.
Gizli şirkin kefareti ise Rasulullah (s.a.s)'in devamlı olarak söylediği şu duayı tekrarlamaktır:"Allah'ım! Bildiğim şeylerde şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmediğim şirkten de senin affını dilerim." (Ahmed).

KÜFÜR

Küfür iki türlüdür.
1 - Büyük Küfür: Bu insanı İslam dininden çıkarır.
2 - Küçük Küfür: Bu insanı İslam dininden çıkartmaz. Fakat büyük günahtır.

Büyük küfrün türleri:
Birincisi: Küfrü Tekzib (Yalanlama küfrü).
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"Allah'a karşı yalan uydurandan veya hak kendisine gelmişken onu yalanlayandan daha zalim kim dir? Cehennemde kafirler için bir durak yok mudur sanırlar." (Ankebut: 68)
İkincisi: Doğru olduğunu tasdik ettiği halde kibirlenip yüz çevirmek.Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Meleklere Adem'e secde edin demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O ise kaçındı, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu." (Bakara:34)
Üçüncüsü: Şüphe Küfrü (Bir şeye iman ettiği halde onun doğruluğunda şüpheye düşmek). Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken: "Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem andolsun ki orada bundan daha iyisini bulurum" dedi. Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: "Seni topraktan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam" dedi." (Kehf: 35-38)
Dördüncüsü: Yüz Çevirme Küfrü (Yani iman ettiği halde Allah'ın hükümlerinden bile bile yüz çevirmek, onları tatbik etmemektir.)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Kafirler uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler." (Ahkaf: 3)
Beşincisi: Nifak Küfrü (Yani bir şeye inanmadığı halde diliyle inandığını söylemek.) Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Onlar yeminlerini kalkan edinerek Allah'ın yolundan alıkorlar. İşledikleri işler gerçekten ne kötüdür. Bu, önce inanıp sonra küfretmiş olmalarındandır. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık anlamazlar." (Münafıkun: 2-3)
İnsanı dinden çıkarmayan küçük küfür ise; küfranı nimettir. Yani Allah'ın verdiği nimete şükretmemektir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misal verir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine küfrettiler (nankörlük ettiler). Bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı."(Nahl: 112)

BİD'AT

Şer'i anlamı: İslam şeriatında aslı olmayan bir şeyi icad etmek demektir.Lügat manası ise; dinde aslı olan bir şeyi icad etmek demektir.
Her kim İslam'da aslı olmayan yeni bir şey ortaya atıp bunun İslam'dan olduğunu iddia ederse yaptığı şey sapıklıktır. İslam dini bu gibi sapıklıklardan uzaktır. Bu yeni şey ister itikatta, ister amelde, ister zahiri ve batini sözlerde olsun fark etmez.
Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor:"Her bid'at sapıklıktır." (Buharı, Müslim)
"Her kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa onun ameli geçersizdir."(Buhari, Müslim)
Bu hadisi şeriflerden anlıyoruz ki bütün şer'i anlamdaki bid'atler sapıklıktır.
Rivayete göre Ömer b. Hattab müslümanlara Ramazanda bir tek imam arkasında teravih namazı kılmalarını söylemiş ve evden çıkıp camide onları tek imam arkasında namaz kılarken gördüğü zaman şöyle demiştir:
"Eğer bu bid'at ise güzel bir bid'attır."
Burada Ömer b. Hattab (r.a) bid'atin şer'i anlamını değil lügat anlamını kastetmiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.s) teravih namazını bir iki gece bazı sahabelerle beraber mescidde kıldı. Sonra Rasulullah (s.a.s) teravih namazının farz kılınmasından ve ümmetine zorluk vermekten korktuğu için cemaatle teravih namazı kılmayı terk etti. Rasulullah (s.a.s) vefat edince teravih namazının farz olma ihtimali ortadan kalkmış olur.
Ömer b. Hattab (r.a) müslümanların bir kısmının cemaatle bir kısmının ise kendi kendilerine namaz kıldıklarını görünce onları bir tek imam arkasında topladı. Ömer (r.a)'nun teklifinin İslam'da aslı varolduğu için sahabeler bunu topluca kabul ettiler.


BİD'ATİN TÜRLERİ

Bid'at: Dini bid'at ve dünyevi bid'at olmak üzere iki kısımdır.Dini Bid'atler: Bunlar dört tanedir.
1) İslam Dininden Çıkartan Bid'at:
İbadet çeşitlerinden birisinin Allah'tan başkasına yapılması gibi.İbadet türlerinden bazıları; dua etmek, yardım istemek, yardımına çağırmak, adak adamak, kurban kesmek gibi...
Kim nebilerden, velilerden veya herhangi bir ölüden yardım ister veya sıkıntılı bir anında onları yardımına çağırırsa, Allah'tan başkasına adak adar veya kurban keserse dinde aslı olmayan bir şeyi yapmış olur. Allah'a karşı büyük şirk işlemiş olur ve kafir olur.
2) Haram Olan Bid'at:
Mezarlar üzerinde bina yapmak, bunların üzerine örtü koymak, süslemek, ışıklandırmak, el sürmek, mezarları mescid edinmek, ölü birisinin yüzü suyu hürmetine Allah'tan bir şey istemek ve buna benzer şeylerin hepsi haram olan bid'atlerdendir.
Cündüp b. Abdullah (r.a) şöyle rivayet etti: Rasulullah (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum:"Sizden öncekiler nebilerinin mezarlarını Mescid ediniyorlardı. Mezarları mescid edinmeyin. Bunu size yasaklıyorum." (Müslim)
Ebu Heyyar şöyle dedi: Ali (r.a) bana şu emri verdi:
"Rasulullah (s.a.s)'in beni gönderdiği işe ben de seni göndereyim mi? Gördüğün her heykeli yok et ve yükseltilmiş her kabri dümdüz yap." (Müslim)
Cabir İbn-i Abdullah (r.a) şöyle dedi:"Rasulullah (s.a.s) kabrin kireçle yapılmasını, kabir üzerine oturulmasını ve kabir üzerinde bina kurulmasını nehyetti."(Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Ahmed)
3)Tahrimen Mekruh (harama yakın olan) Bid'at:
Ezanda "Hayya ala hayru'l amel" veya "Eşhedü enne Ali veliyyullah" demek veya ezandan sonra yüksek sesle salavat okumak veya dua etmek bid'attir. (Ezandan sonra alçak sesle yapılan salavat ve dua sünnettir.)
Şaban ayının on beşinci gecesi toplanıp bu geceyi kutlamak (Berat kandili), Rasulullah (s.a.s)'in doğum gününü kutlamak bid'attir.
Rasulullah (s.a.s)'i sevmek ve ona değer verip üstün tutmak, onun doğum gününde toplanıp zikretmek veya mevlüd okumakla olmaz. Eğer bu amelde hayır olsaydı Rasulullah (s.a.s)'i bizden daha çok seven ve ona bizden daha çok bağlı olan ashab-ı kiram bu günü kutlardı.
Rasulullah (s.a.s)'i sevmek ve ona değer vermek ancak ona itaat edip emrettiği şeyleri yapmak ve yasakladığı şeylerden kaçınmakla olur.
Meşhur olan, Şaban ayının on beşinci gecesinde kılınan binlik namazı bid'attir. Bu ismi almasının sebebi; bin defa ihlas suresinin okunmasıdır. Bu namaz yüz rek'attır. Her rek'atta fatihadan sonra on kere ihlas suresi okunmaktadır.
Recep ayının ilk cuma gecesinde (Regaib kandili) kılınan namaz bid'attir. Cumhuru ulema Regaib gecesi ve bu gece kılınan namaz hakkında rivayet edilen hadislerin sahih olmayıp batıl olduğuna şahitlik etmişlerdir.
İmam Nevevi (r.a) Regaib namazı hakkında şöyle diyor: "Bu namaz kötü bir bid'attir. Sapıklıktır. Çirkin ve batıldır. "Kut'il Kulub" ve "İhya" kitaplarında zikredilmesine aldanma."
Bunun gibi Receb ayının yirmi yedinci gecesini (Miraç kandili) kutlamak bid'attir. Çünkü İsra ve Mirac'ın Receb ayının hangi gecesinde olduğu veya sahabelerin bu geceyi kutladığına dair sahih bir rivayet yoktur.
Ibn-i Abbas (r.a)'ya isnad edilen Miraç kıssasında zikredilen şeylerin çoğu batıl ve sapık şeylerdir. Abbas (r.a) bu gibi rivayetlerden beridir.
4) Tenzihen Mekruh Olan Bid'at:
Her namazdan sonra musafaha yapmak, Ramazanda perşembe günü gibi belli günlerde fakirlere yemek vermek, (fakirlere yemek vermek sevap bir amel olup bunun için belli bir gün tayin edilmesi bid'attir.) Farzı kıldıktan sonra teşbih yapmadan sünneti kılmak bid'attir. (Çünkü sahih bir rivayete göre Rasulullah (s.a.s) ara vermeden iki namazın arasının birleştirilmesini nehyetti.) Ayrıca böyle yapan kişi Rasulullah (s.a.s)'in bizler-'den namazdan sonra okumamızı istediği zikirleri terk etmiş ve bunların sevabından mahrum olmuş olur.
Dünyevi Bid'atler:
İslam şeriatı belli temeller ve kaideler üzerinde inşa edilmiştir. Yiyecek ve içeceklerden haramlığı hakkında sahih delil mevcut olmayan şeyler helaldir. Kuşlar ve hayvanlardan yenilmesinin haram olduğuna dair sahih delil bulunmayanların yenilmesi helaldir. Bu İslami bir kaidedir. Diğer bir İslami kaide de fayda veren şeyler mubah, zarar veren şeyler haramdır. Bir diğer İslami kaide ise; Allah ve Rasulünün haram kıldığı haram, helal kıldığı helaldir.
Hakkında haram veya helal olduğuna dair hüküm bulunmayan şeyler Allah'ın affettiği şeylerdir. Dünyevi şeylerde şer'i bid'at yoktur. Birşey ya haramdır veya helaldir. Mesela; elbiselerden ipek, takılardan altın gibi haramlığı hakkında sahih delil mevcut olan şeylerin dışındakiler mubahtır. (Altın ve ipek sadece erkeklere haramdır.) Kadının giydiği elbisenin erkeğe, erkeğin giydiği elbisenin kadına benzemesi haramdır. Aynı şekilde giyilen kıyafetin kafirlerin kıyafetine benzemesi veya giyimde modayı takip etmek küfür olan bid'attir.
Tarım ve sanayi gibi dünyevi işlerde ilerlemek lügat bakımından bid'at olsa bile müslümanların faydasına olduğu için helal ve sevaptır.

6 Eylül 2007 Perşembe

Komşu ve Komşuluk

Ev, işyeri, arazi, köy, şehir ve ülke bakımından yakın olanların birbirlerine göre aldıkları ad.

Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağım teşkil etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de komşu ilişkisinden söyle söz edilir: "Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin " (en-Nisâ, 4/34).

Komşu deyiminin kapsamı ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a) çevrede "sesi işitilenlerin" komşu olduğu görüşündedir. Hz. Aişe (r.a) da her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk hakkına sahip bulunduklarını bildirmiştir. Ayrıca, komşu tabiri, hiç bir ayırım yapılmadan, müslüman-kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, yerli-misafir, iyi-kötü, yakın-uzak bütün komşuları içine alır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 130).

Hz. Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr ve Sıla, 140: 141; Tirmizi, Birr, 28; İbn Mace, Adeb, 4) buyurur.

Köle ve Kölelik

Hukukî, iktisadî ve sosyal bakımlardan hür insanlardan farklı ve aşağı statüde kabul edilen kimse. Bu statüde bulunan erkeğe "köle", kadına ise "câriye" denir. Kul, bende, halayık ve esir, kölenin eş anlamlısıdır. Kadın köleye ise Türkçe'de câriye ve odalık denir. Arapça'da; abd, rakık, memlûk, kınn, rakabe, vasif ve mülkül-yemîn; kadın köleler için memlûke, vasîfe, câriye, eme ve gurre kelimeleri kullanılır. Farsça'da bende ve gulâm köle; kenîz ise câriye anlamındadır.

Köle, hukukî muâmele ve tasarruflara konu olabildiği için bir yönüyle "mal" sayılırken, iman, ibadet, muâmelât ve ceza hukuku alanındaki sorumluluk ve yükümlülükleri dikkate alındığında "edâ" ve "vücûb" ehliyeti kısıtlanmış kendine özgü bir insan statüsündedir. Velâyet, şahitlik ve kaza görevinden âciz olması ve mülk edinememesi köleliğin ehliyet arızası yönünü güçlendirir.

Köleliğin tarihi çok eskilere uzanır. Eski Mısır ve Yakın Doğu'da savaş esiri kölelerle, komşu kabile veya kavimlerden kaçırılan insanlar, babaları veya başka yakınları tarafından köle diye satılan çocuklar ve borçlarına veya işledikleri bazı suçlarına karşılık köle statüsüne geçirilen insanlar büyük bir sayıya ulaşmaktadır.

Tevrat'ta kölelikle ilgili bazı hükümler yer almıştır. Kişinin borcuna karşılık kendisini köle olarak satması (Levililer, 35:39), alacaklıların, mal bırakmadan ölen borçlunun çocuklarını köle edinebilmesi (II. Krallar, 4:1-7), bir kimsenin kendi öz kızını satabilmesi bunlar arasında sayılabilir. Tevrat'ta, köle azadı ile ilgili bir hüküm yer almamıştır. Ancak efendisi tarafından gözü kör edilen veya dişi kırılan yahudi olmayan kölenin hürriyetine kavuşacağından söz edilir (Çıkış, 21:26). İncil'de de köle âzâdından söz edilmez. Kiliseler, köleliği tarihi bir olay olarak kabul etmişlerdir.

Roma hukukunda, İus Gentlum'a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu. Başlangıçta âzâd edilmeleri de yasaklanmıştı. Sonraları köle azadına imkân sağlanmıştır. Eski Yunan ve Roma'da köleliğin başlıca kaynaklarını savaş esirleri ile korsanlık vb. yollarla kaçırılan veya yabancı (barbar) ülkelerden getirtilen insanlar ve kölelerden doğmuş olan çocuklar oluşturuyordu. Önceleri, borçlunun borcuna karşılık alacaklısına köle olma kuralı ve terkedilmiş çocukları büyütüp yetiştirenlerin elinde köle sayılması uygulaması söz konusu iken, bu tali kaynak sonradan yasaklanmıştır. Bu dönemde kölelerin yaşam şartlarının son derece elverişsiz olduğu ve bu durumun zaman zaman büyük sosyal patlamalara neden olduğu bilinmektedir. Roma hukukunda belirli bir dönemde kölelerin evlenme hakkı yoktu. Ancak köle ve câriyelerin kendi aralarında cinsel hayat yaşamalarına ses çıkarılmıyordu.

İslâm'ın çıkışı sırasında Arap Yarımadası'nda ve Hicaz yöresinde kölelik uygulamasının varlığı bilinmektedir. Bunların büyük çoğunluğunu Afrikalı siyahîler teşkil etmekte idi. Nitekim Hz. Peygamber'in müezzini Bilâl-ı Habeşî de bunlardan biriydi. Bu kölelerin kaynağı tam olarak bilinmemekle birlikte, eski Yunan ve Roma'daki köle kaynağına benzemektedir. Bunlar ya ele geçirilenler tarafından satılmış ve el değiştire değiştire Mekke'ye kadar getirilmiş esirler veya kıtlıklar yüzünden aileleri tarafından satılmış çocuklardı. Arap Yarımadası'na başka beldelerden getirilen köleler de vardı. Meselâ; İkrime b. Ebî Cehl'in kölesi ile Ezrak b. Ukbe es-Sekafi ve Suheyb-i Rûmî Rum menşeli kölelerdi. Ancak Suheyb, kendisinin aslen arap olduğunu ve bir savaş sonucu Rumlara esir düştüğünü söylemiştir. Selmân-ı Fârisî İranlı idi. Kaçırılarak Yahudilere satılmış, müslüman olmak için Medine'ye kadar gelmişti. Hz. Peygamber hürriyetine kavuşması için Selmân'a (r.a) para yardımında bulunmuştur. Hz. Peygamber'in sonraları âzâd edip, evlatlık edindiği Zeyd b. Hârise (r.a) ise arap kölelerden idi (İbn Hişam, es-Sîre, Mısır 1375, I, 214-222; Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülük, Kahire, 1939, I, 227; Belazürı, Ensabu'l Eşrâf, Nşr. Muhammed Hamidullah, Kahire 1959, I, 357-367).

İslâm yedinci Miladî yüzyıl başlarında köleliği topluma yerleşmiş ve çağdaşı güçlü devletlerde tabii kabul edilmiş bir halde buldu. Köleliği tek yanlı ve kesin bir kararla kaldırma yoluna gitmedi. Ancak köleliğin kaynağını yalnız savaş hâline bağladı. Savaş sonrasında esirler için uygulana gelen bazı alternatifler vardır. Birincisi ve çokça başvurulan yol, esirlerin öldürülmesidir. Bu, vicdanları rahatsız ettiği gibi, galip tarafın intikam duygularını kamçılamaktan başka bir yarar sağlamaz. İkinci yol, savaş esirlerinin kurtuluş akçesi (fidye-i necât) veya esir değişimi yoluyla serbest bırakılmasıdır. Fakat, yenilen tarafın kurtuluş akçesi verememesi veya değişim için elinde esir bulunmaması yahut düşman tarafını yeniden güçlendirmemek için galib ülkenin yukarıdaki alternatifi kabul etmemesi hâlinde bir tıkanıklık doğmaktadır. Esirlerin karşılıksız af ilan ederek salıverilmesi ise, onları ele geçirmek için canını ortaya koyan İslâm savaşçılarının hakkına tecavüz sayıldığından pek az başvurulan bir alternatif olmuştur. Esirleri tasfiye etmenin üçüncü yolu ise; onları köle statüsüne sokmaktır. Bu duruma göre, savaş esirlerinin karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılması mümkün olmayan durumlarda geriye iki yoldan birisi kalır. Öldürülmek veya köle olarak yaşamını sürdürmek. Bu duruma göre, kölelik, öldürülmenin alternatifi olarak ortaya çıkmaktadır. Savaşçıların genellikle genç yaşta bulundukları dikkate alınırsa, yenilgi yüzünden hürriyetini kaybeden kimsenin önünde uzun bir ömrü vardır ve hürriyetini elde etmesi ümidi sürekli olarak vardır. Ölüm hâlinde ise artık diğer bütün alternatifler ortadan kalkmış olur. İşte köleliğin yasaklandığı günümüzde, bir savaş sonrası uygulamada, esirlerin serbest bırakılmadığı durumlarda, onların tek tek veya toplama kamplarında topluca öldürülmeleri olayı ile karşılaşılmaktadır. İşte bu nedenle İslâm, köleliği tam olarak kaldırmamış ve gerektiğinde başvurulmak üzere kapıyı aralık tutmuştur. Ancak bununla birlikte savaş esirlerinin mutlaka köle edinilmesi diye genel bir kural yoktur.

Diğer yandan köleliğin tek yanlı bir kararla kaldırılması İslâm toplumlarının aleyhine bir sonuç da verebilir. Çünkü gayri müslim toplumlar, savaş sonrası müslüman esirleri sürekli olarak köleleştirirken, İslâm toplumlarına bu imkânın verilmemesi ve esirleri serbest bırakması onun zayıflaması sonucunu doğurur.

İşte İslâm yukarıda birkaçına temas edilen sebeplerle köleliği kaldırmamış, fakat getirmiş olduğu çeşitli tedbirlerle kaynağını yalnız savaş esirlerine münhasır kılmış diğer kaynaklara izin vermemiştir.

İslâm hukukuna göre köle ve câriye statüsünü şu şekilde belirleyebiliriz: Gayri müslimlerle bir savaş sonucunda müslümanlar galip gelmiş ve esir almışlarsa, İslâm Devleti'nin elinde esirler için izleyeceği yol alternatiflidir.

1- Öldürme. Savaş esirlerine öldürme hükmünün uygulanabileceği konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı savaş esirlerinin öldürülmesini emrettiği tevatür yoluyla nakledilmiştir (el-Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 391). Bazı bilginler esirleri öldürmenin savaş devam ederken mümkün olduğunu, savaş bittikten sonra bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir. Delilleri; "Onlar sizinle savaşırlarsa onları öldürünüz" (el-Bakara, 2/191) âyetidir. Savaş bittiğine göre artık öldürmeye gerek kalmamıştır. Esir olmazdan önce müslüman olan kimse, ne öldürülür ve ne de köle edinilebilir. Belki tedbir olarak bir süre tutuklu bulundurulur. Esirken İslâm'a giren de öldürülmez (İbn Hazm, el-Muhallâ, (Neşr. A.M. Şakir) VII, 309)

2. Köle edinme. Savaş esirlerinin köle edinilmesi veya zimmî statüsünde İslâm Devleti'nin tebaası hâline getirilmesi de mümkün ve câizdir. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in görüşü budur. Bazı Hanefî hukukçularına göre ise esirleri köle olarak kullanma hükmü neshedilmiştir (Muhammed, 47/4; el-Enfâl, 8/67; el-Cassas, a.g.e., V, 268-272).

3. Kurtuluş fidyesi karşılığında salıvermek. Âyette; "Esirleri meccânen veya bir fidye karşılığı salıverme vardır" (Muhammed, 47/4) buyurulur. Bu bedel; mal, para, savaş malzemesi vb. şeyler olabilir. Nitekim Bedir Gazvesi esirlerinin bir bölümü para karşılığında, para temin edemeyenler ise on çocuğa okuyup-yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmıştır (es-Sâbûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, II, 451-452). Ancak Hanefî hukukçulara göre, mal karşılığı serbest bırakma hükmü neshedilmiştir. Çünkü bu, düşmanın yeniden güçlenmesine yol açar. Bu görüşe göre, fidyeden söz eden âyet (Muhammed, 47/4), daha sonra inen ve müşriklerin öldürülmesini bildiren âyetlerin (et-Tevbe, 9/5, 29) hükmü ile neshedilmiştir. Çoğunluk İslâm hukukçuları ise, fidye karşılığı salıverme hükmünün, ihtiyaca göre başvurulmak üzere devam ettiği görüşündedir.

4. Esir mübadelesi. Hanefîlerin çoğunluğuna göre esir değişimi yoluyla salıverme mümkündür. Çünkü bazı durumlarda, İslâm Devleti düşmanın eline geçen müslüman esirleri kurtarmak için buna mecbur kalabilir. Fidye âyetindeki "fidâ" terimi mutlak olarak zikredildiği için, bunun esir değişimini de kapsamına alması muhtemeldir.

5. Meccânen salıvermek (menn). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, düşman esirlerinin meccanen salıverilmesi caiz değildir. Çünkü bu, düşmanın güçlenmesine yol açacağı gibi, hayatını ortaya koyarak bunları esir eden mücahidlerin haklarına da bir çeşit tecavüz sayılır. İmam Şâfii ise, meccânen salıvermeyi caiz görür. O, Hz. Peygamber'in, Yemame halkının büyüğü Sümâme b. Üsal'i meccânen salıvermesini delil getirir (Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 402).

Savaşta esir alınan kadınlarla, çocukları öldürmek ittifakla caiz görülmemiştir. Bunlar hakkında diğer alternatifler söz konusu olur. Esir alınan karı-koca birlikte İslâm ülkesine getirilmişlerse nikâh bağı devam eder. Yalnız kadın gelmişse bu bağ ortadan kalkar (Bilmen, a.g.e., III, 402).

Bir savaş sonrası köle statüsü ortaya çıkınca, ikinci kaynak olan doğumla kölelik statüsü de bunun tabii sonucu olarak ortaya çıkmış olur. İslâm hukukuna göre, kural olarak köle, annenin statüsüne tabidir. Bunun istisnası, hür bir baba ile onun cariyesinden doğan çocuk hür sayılır. Köle baba ile hür anneden doğan çocuk, genel kurala göre hürdür. İslâm hukukunda, köleliğin bu iki kaynak dışında başka bir kaynağı yoktur.

Kölenin hukuka statüsü:

İslâm hukukunda köle, satışa konu olması bakımından "eşya" gibi kabul edilmekle birlikte diğer inanç, ibadet ve muameleler bakımından ehliyeti kısıtlı bir insan statüsündedir. İslâmî emir ve yasaklara muhatap olması bakımından bir kölenin hak ve sorumluluklarını şöylece özetlemek mümkündür

1. İnanç ve ibadet hürriyeti bakımından:

Bir müslümanın yanında ve mülkiyetinde bulunan köle veya câriyenin inanç özgürlüğü vardır. Gayri müslim olarak kalabileceği gibi, İslâm'a girmesi ve İslâmî akideye sahip olması da hakkıdır. Ancak efendisi onu, buna zorlayamaz. Çünkü iman kalb işi olduğu için, zor karşısında inanmış görünmek kişiyi "münafık" durumuna düşürür. Bu durum çoğu zaman, karşı taraf için, kişinin gerçek yüzüyle görünmesinden daha zararlı olabilir. Müslüman köle, ibadet ve dini yükümlülükler bakımından temelde hür insanlar gibidir. Ancak ehliyeti kısıtlı olduğu için, bu yükümlülükler onun gücü ile sınırlıdır. "Allah hiçbir kimseyi gücünün yeteceğinden başkası ile yükümlü tutmaz" (el-Bakara, 2/286).

Bu yüzden köle ve câriye namaz ve oruçla yükümlü olmakla birlikte, mülk sahibi olamadığı için zekât ve hac'tan muaftır. Fıtır sadakası efendisi tarafından verilir. Cihadla yükümlü değildir. Câriyelerin örtünme konusundaki sorumlulukları, hür kadınlara göre sınırlıdır.

2. Muâmelât ve Ukûbât bakımından:

Köle, mülkiyete ve tasarruflara konu olması bakımından eşya gibidir. Alınıp satılabilir, hibe edilebilir, kiralanabilir, ortak mülkiyete konu olabilir. Eksik vücûb ehliyeti vardır. Mülk edinemediği için, kazandıkları efendisine ait olur. Bu yüzden ona karşı yapılacak haksız fiilden elde edilecek diyet ve erş gibi tazminatları efendisi alır. Başkasına karşı işleyeceği haksız fiillerde ise köle kendi mülkiyetiyle sorumludur. Efendisi bu zararı ödemezse, zarar görene kölenin mülkiyetini devretmek zorunda kalır.

Efendisi köleye hukukî tasarruflarda bulunma izni verebilir. Böyle bir köleye "me'zûn" denir. Me'zûn, borçlardan şahsen sorumlu sayılır. Efendisi bunları ödemezse, köle satılarak bunlar ödenir. Kazandığı efendisine ait olur. Ancak efendi köle ile "mükâteb" anlaşması yapmışsa köle vücûb ve edâ ehliyetine de sahip olur. Çünkü bu durumda belli bir bedeli kazanarak efendisine ödeyince hürriyetine kavuşabilecektir. Bu da onun mülk edinmesini gerektirir. Efendi, verdiği tasarruf izninden her zaman dönebilirken "mükâteb" sözleşmesi dönülemeyen bir tasarruftur.

Köle ve câriyelerin evlenmesi efendilerinin iznine bağlıdır. Erkek köle mehri ve evliliğin getireceği bazı mali yükümlülükleri bizzat karşılamak zorunda kalacağı için, onun evlenmesi efendisini de ilgilendirmektedir. Bu yüzden kölenin evlenmesinde efendisinin rızası aranmaktadır. Efendi köleyi evlenmeye zorladığı takdirde, köle hürriyetine kavuşunca muhayyerlik hakkına (hıyâru'l-ıtk) sahiptir.

Kölelerin evlenmesinde şu durumlar söz konusu olabilir.

a. Hür bir erkek kendi cariyesi ile nikâh söz konusu olmaksızın cinsel hayat yaşayabileceği gibi, onu nikâh akdi ile eş edinmesi de mümkündür. Ancak hür olan eşle câriye bir nikâh altında toplanamaz. Diğer yandan hür bir erkek, başkasının câriyesi ile, onun efendisinin izniyle ve mehir de vererek evlenebilir (bk. el-Bakara, 2/221).

b. Hür bir kadın kendi rızasıyle, başkasının mülkü olan bir köle ile evlenebilir (el-Bakara, 2/221). Ancak, kadının velisi, böyle bir evliliğe kefâet* (denklik) bakımından itiraz ederek evliliği feshettirme hakkına sahiptir. Velisi bu yetkiyi kullanmazsa akit kesinleşir. Doğacak çocuklar anneye tabi olarak hür sayılır. Koca, satın alınma, hibe, miras, vasiyet ve benzeri yollarla karısının mülkiyetine geçerse nikâh akdi münfesih olur. Çünkü nikâh akdi mülkiyet kadın bakımından aynı kişide toplanamaz. Böyle bir kadın evliliği sürdürmek isterse, kölesi statüsünde olan kocasını azad eder. Erkek serbest kaldıktan sonra yeni bir akitle evlenmeleri mümkündür. Ancak serbest kalan kölenin bu ikinci evliliği kabul etmeme imkânı da vardır.

c. Köle ve câriyenin efendilerinin izniyle evlenmesi mümkündür. Bunların aynı efendinin veya ayrı ayrı efendilerin kölesi olması sonucu değiştirmez. Doğan çocuklar annenin efendisine aittir. Çoğunluğa göre, köle ister hür olsun ister câriye yalnız iki kadınla, İmam Mâlik'e göre ise dört kadınla evlenebilir. Erkek kölenin, çocukları üzerinde velâyet *, kadın kölenin de hadâne* köle, boşama konusunda efendisinden izin almak zorunda değildir. O, bu konuda tam ehliyetli sayılır. Ancak cariyenin iki defa boşanması mümkündür. Bununla beynûneti kübrâ meydana gelir. Kocası olan veya boşanan câriyeler, hür kadınların yarısı kadar iddet * beklerler. Doğum hâlinde iddet doğumla sona erer. Köle ve câriye miras veya vasiyet yoluyla mülk edinemez. Aksi halde ona intikal edebilecek mal, efendisinin sayılacağı için servet dolaylı yoldan ilgisi olmayana geçmiş sayılır.

Köle, had cezası gerektiren suçların cezasını hürlere göre, yan olarak çeker. Meselâ; zinada bekâr köleye, hür kimselere verilen cezanın (en-Nûr, 24/2) yarısı verilir (en-Nisa, 4/2). Köle ve câriye evli de olsa muhsan sayılmaz ve onlara zinada recm * cezası uygulanmaz. Zina iftirası (kazf) suçunda hürlere verilen cezanın yarısı (en-Nadr, 24/4), hırsızlık (el-Mâide, 5/38) ve irtidâd suçlarında cezanın yarıya indirilmesi mümkün olmadığı için tam ceza uygulanır.

Kısası gerektiren suçlarda köle, hür veya köle karşılığında kısas olarak öldürülür. Bir köleyi öldüren hür kimse de kısas yoluyla öldürülür. Hanefiler dışındaki mezheplere göre ise, bu durumda, aralarında eşitlik olmadığı için kısas uygulanmaz. Yaralamalarda da kısas yoluna gidilmez. Diyet * gereken durumlarda kölenin sahibi dilerse, hak sahiplerine diyeti öder, dilerse diyet yerine karşı tarafa kölenin mülkiyetini devreder. Hanefilere göre, kölenin diyeti, hür kimselerin diyetini aşamaz. Şâfiîlere göre ise, böyle bir sınırlama söz konusu değildir.

Ta'zir cezaları İslâm Devleti'nin toplum düzenini sağlamak için serbestçe koyacağı cezalar olduğu için, Devlet köle ve cariyelerin had ve kısas cezaları dışında kalan suçları için, hürlere eşit veya farklı biçimlerde ceza koyma hakkına sahiptir.

Kölelerin hak ve görevleri: Ehliyeti, hak ve yetkileri çeşitli bakımlardan kısıtlanmakla birlikte, köle bir insandır ve Allah'ın bir kuludur. Bu yüzden âyet ve hadislerde köle ve câriyelere insanca muamele yapılması tavsiye edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Sahip olduğunuz kölelere iyilikte bulunun" (en-Nisâ, 4/36) buyurulması, çeşitli hadis-i şeriflerde; "Onlara "kölem " demeyiniz "oğlum, kızım " diye hitap ediniz", "Köleler, Allah'ın sizin yanınızda bulundurduğu kardeşlerinizdir. Allah sizi de onların hizmetine tabi kılabilirdi. O halde onlara iyi davranın" buyurulması bu tavsiyelere örnek olabilir. (Köle ile ilgili hadisler için bk. Wensinck, Meftâh, "Abîd" ve "ltk" mad.). Ayrıca bk. Azad, Mühatebe mad.

Hamdi YUSUFOĞLU

Küfür Nedir?

Örtmek veya şükrünü yerine getirmeyerek erişilen nimeti örtmek, nankörlük etmek. Bundan dolayı arapçada karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye kâfir (örten) denmiştir. Terim olarak küfür, imanın zıddı yani imansızlıktır. Başka bir deyişle Allah'ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği kesin olarak belli olan şeyleri inkâr etmektir. İslam dininde inanılması gereken şeylere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denir. Küfür için iman edilecek şeylerin tümüne inanmamak şart değildir. Bunlardan birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür.

Küfür kalben olduğu gibi söz ve davranışla da olabilir. Her hangi bir zorunluluk olmadığı halde diliyle insanı küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gereken şeyleri küçümseyen onlarla alay eden yahut imanla bağdaşmayan işleri yapanlar da kâfir olur. Ancak ölüm tehdidi karşısında bulunan bir kimse gönlü imanla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylerse dinden çıkmış olmaz (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1960, c.1, s. 207-208; Asım Efendi Kamus Tercümesi, c.2, s. 662).

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Hak ve Haklar

Allâhu Teâlâ'nın isimlerinden biri. Kur'ân-ı Kerim, yakîn, sâbit ve şüphe olmayan şey. Hüküm, fasıl ve kaza olunmuş iş, adâlet, İslâm, mal, mülk, vâcip, sâdık, lâyık, yaraşır, şans ve hisse. Çoğulu; hukuk ve hıkâk'tır. Hakkın, bu çeşitli anlamları, "kesin olarak sâbit olma ve gerekli olma (sübût ve vücûb) "kavramında toplanır. Kur'ân-ı Kerim'de Hakk kelimesi ve türevleri 285 kadar âyette geçer.

"Şüphesiz, onların çoğunun üzerine o söz (azap hak olmuştur" (Yâsîn, 36/7). Burada "hak oldu"; sâbit ve vâcip oldu, anlamındadır. "O günahkarlar istemese de, Allah hakkı sâbit ve üstün kılacaktır (el-Enfâl, 8/8). " De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu " (el-İsrâ,17/81) "Boşanan kadınların da ma'ruf şekilde yararlanmaları hakları olup, bu, Allah'tan korkanlar için bir vaciptir" (el-Bakara, 2/241). Burada "hak", vâcip anlamındadır. Bazan, zulmün aksi olan "adâlet" .anlamı görülür. "Allah hak (ve adâletle hükmeder" (el-Mü'min, 40/20). Şu âyette de hisse, pay anlamındadır. "Mallarında, hâlini arz eden ve edemeyen yoksular için belli bir hak (pay) vardır" (el-Meâric, 70/24).

Sonraki bazı İslam hukukçuları hakkı; "şer'an sâbit hüküm" şeklinde tarif etmişlerse de bazan hak kelimesi, mülk edinilmiş mal için kullanılır ki -bu hüküm değildir. Yine, velâyet hıdâne ve muhayyerlik hakkı gibi şer'i özellikler veya yol, geçit ve su geçirme hakkı gibi gayri menkule bağlı irtifak hakları * için kullanılır ki, bütün bunlar hüküm niteliğinde değildir.

Bazan genel anlamda şu şekilde tarif edildiği görülür: "Şerîatın yetki veya yükümlülük olarak tesbit ettiği şahsa ait haklardır. Bu tarif, hakkın dînî, medenî, te'dib, genel, mâli olan veya olmayan bütün çeşitlerini kapsamına alır. Namaz, oruç gibi Allah'ın kul üzerindeki hakları dînî; mülk edinme gibi haklar medenî; babanın çocuğunu, kocanın karısını terbiye etmesi gibi haklar te'dip; Devlet başkanının tebeayı yönetmesi gibi haklar amme; eşin-küçük çocukların ve yoksul hısımların nafakası gibi haklar mâlî; şahıs üzerinde velâyet gibi haklarda mâlî yönü bulunmayan hak niteliğindedir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dımaşk 1985-IV, 9).

Bu tarife göre hakkın özü şahsa bağlıdır. Satıcının satış bedeli üzerindeki hakkı gibi. Eğer hak, belirli bir şahsa bağlı değilse "genel mübahlık" tan söz edilir. Avlanmak, herkese açık ormandan odun toplamak, umûmî yollardan yararlanmak gibi. Bunlar, özel bir hak olmaktan çok, herkese tanınan genel ruhsatlar türündendir.

İslâm nazarında, hakkın kaynağı ilâhi iradedir. Bu yüzden İslâm'da haklar, kendisinden şer'î hükümlerin çıkarıldığı kaynaklara (kitap, sünnet, icmâ, kıyas) dayanan ilâhi ihsanlardır. Bir delile dayanmayan şer'î haktan söz edilemez. Hakkın kaynağı Allâhü Teâlâ'dır, çünkü ondan başka hâkim yoktur.

Dînî haklarda, hakkın sahibi Allah, diğer haklarda gerçek veya tüzel (hükmî) kişilerdir. İslâm hukukuna göre şahsiyet, sağ doğmak şartıyla, çocuğun ana karnına düştüğü andan başlar ve cenini suç işleme yoluyla düşürene bazı cezalar uygulanır. Hanefîlere göre çocuğun yarıdan fazlasının doğması, sağ doğum sayılır. Diğer fakihler ise, sağ sayılmak için çocuğun tam olarak doğmasını ve annesinden ayrılmasını şart koşarlar. İşte sağ doğmak şartıyla cenin, daha ana karnında iken bazı'medenî haklardan yararlanır. Örneğin; Mirasçı olur ve mirastan büyük pay ayrılarak bekletilir. Lehine vakıf ve vasiyyet geçerlidir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV 455).

Hakkın Çeşitleri

Hak, çeşitli bakımlardan kısımlara ayrılır. Hak sahibi açısından üçtür. Allah hakkı, insan hakkı ve müşterek hak.

1. Allah hakkı (hukukullah): Allah hakkı; kendisiyle Allah'a yaklaşmak, O'nu yüceltmek ve dininin prensiplerini veya topluma ait menfaatlerin gerçekleştirilmesi kastedilen haklardır. Bunlar, karşılığının büyüklüğü ve yararının geniş olması yüzünden Allah'a nisbet edilmiştir. Allah hakkı sayılan başlıca fiil ve ibadetler şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münker (iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak), adak, yemin, hayvan keserken veya her iyi işe başlarken besmele çekmek gibi ibadetler. Suçlardan sakınmak, zina, zina iftirası (kazf), hırsızlık, yol kesme ve içki içme cezası gibi hadlerle; diğer ta'zir cezalarını uygulamak; nehir, yol, mescid gibi genel irtifak (ortak kullanım) haklarını korumak.

Allah haklarının hükümleri şunlardır: Allah haklarının af, sulh veya kaldırma ile düşürülmesi yahut değiştirilmesi caiz değildir. Meselâ; hırsızlık cezası, iş hâkime intikal ettikten sonra, çalınan malın sahibinin affetmesi veya onun hırsızla anlaşması hâlinde bile düşmez. Ancak bazı Hanefî fakihleri hırsızlık cezasının tatbikini husûmet ve davanın varlığına bağlamıştır. Bu ise, tamamen kul hakkına ait bir özelliktir. Yine zina cezası, kocanın veya başkasının affetmesi yahut kadının kendisini mübah kılmasıyla düşmez. Allah hakları mirasla geçmez. Bunun bir sonucu olarak, mirasçılar, miras bırakanların yapamadığı ibadetlerden ancak vasiyyet etmeleri hâlinde sorumlu olabilir. Bunların ödemediği zekât borçlarını, mirasın üçte birinden ödenmesini vasiyet etmesi gibi. Yine mirasçı, vârisin işlediği suçtan sorumlu tutulamaz. Diğer yandan bir kimse defalarca zina etse, defalarca hırsızlık yapsa, her defasında cezalandırılmamışsa, tek ceza yeterli olur. Çünkü cezadan maksat, menetmek ve alıkoymaktır. Bu maksat, bununla da gerçekleşir. İşlenen suçların cezalarını uygulamak hâkime ait bir görevdir. Hâkim (kâdî) ibadetleri terkeden veya bu konuda tenbellik gösterenleri te'dip eder, suç işleyenlere had ve ta'zîr cezalarını tatbik eder (es-Serahsî, el-Mebsût, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi; VII, 52 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire (t.y), s. 324-326; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 13, 14).

2. İnsan hakkı(hukuku'l-ibâd):

Bunlar, özel olarak fertlerin maslahatını korumayı hedef alan haklar olup, bazı hallerde hak sahibine bir bedel verilir veya düşebilir. Kul hakları ya genel olur. Kişinin sağlığını, çocukları ve malları korumak, güvenliği sağlamak, suç ve düşmanlıklara engel olmak ve devlete ait genel irtifak haklarından yararlanmak gibi. Yahut nitelikte olur. Mâlikin mülkünde hakkını gözetmek, satıcının semende (sâtış bedeli) alıcının maldaki hakkı, kişinin telef edilen malının bedeli ve gaspedilen malın geri verilmesi konusundaki hakkı, kadının kocası üzerindeki nafaka hakkı, annenin küçük çocuğu üzerindeki bakım yani (hıdâne) hakkı ve babanın çocuğu üzerindeki velâyet hakkı, özel nitelikli kul haklarındandır.

İnsan haklarında, hak sahibinin af, sulh, ibra ya da mübah kılma yollarıyla hakkı düşürmesi mümkün ve caizdir. Bunlarda miras cereyan eder. Tedâhül hükümleri uygulanmaz. Yani insan hakkı aleyhine işlenen her suç için ayrı ceza gerekir. Ayrıca bu çeşit cezanın uygulanması hak sahibinin veya velisinin şahsi şikâyetine bağlıdır.

3. Müşterek hak:

Allah ve insan hakkı, ikisi bir arada bulunan haklara müşterek hak denir. Ancak bunları bazılarında kul hakkı üslün olur. Meselâ; boşanan kadının iddetinde bu iki hakkı bir arada görmek mümkündür. Onda Allah hakkı vardır, çünkü amaç neseplerin karışmasını önlemektir. Kul hakkı yönü vardır, çünkü, çocuğun nesebini korumak da söz konusudur. Ancak Allah hakkı daha üstündür. Çünkü nesepleri korumada toplumun genel menfaati vardır. Yine insanın hayatını, aklını, sıhhatini ve malını korumada iki hak vardır, fakat Allah hakkı, toplum menfaatinin umûmî olması yüzünden daha üstündür. Zina isnadında bulunup ta bunu dört şahitle ispat edemeyen kimseye seksen değnek vurma cezasında (kazf) da iki hak vardır, iftiraya uğrayandan âr ve ayıbı kaldırmak, şeref ve itibarını iâde etmek kul hakkıdır. İnsanları ırz ve iffetlerini korumak ise Allah hakkı olup, bu daha üstündür. Ancak İmam Şâfiî'ye (Ö. 204/819) göre, kazf haddi hâlis kul haklarındandır. Bu kabil haklar hüküm bakımından Allah haklarına dahildir (es-Serahsî, a.g.e, IX, 112; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 52, 56; İbnü'l-Hümâm" Fethu'l-Kadîr, Kahire (t.y), IV, I94; Ebû Zehra. a.g.e, s. 324-326).

Kul hakkı üstün olan hakların başında kısas ve diyet gelir. Toplumu katl suçundan temizlemek Allah hakkı, maktûlün velisinin kinini dindirmek ve onun gönlünü hoş etmek ise kulun hakkıdır. Bu hak daha üstündür. Çünkü kısas mümâselet (benzerlik) üzerine bina edilmiştir. Âyette şöyle buyrulur: "Biz Tevrat'la göze göze, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır" (el-Mâide, 5/45). Kısasta kul hakkı üstün olduğu için kişinin bu gibi cezaları affetme yetkisi vardır. Hatta bu konuda af teşvik edilmiştir. Kur'ân'da şöyle buyrulur:

"Ölenin kardeşi (velisi) tarafından bağışlanmışsa, öldürene, örfe uymak ve ona güzellikle diyet ödemek vardır" (el-Bakara, 2/178). Mağdur tarafın hakkı şu âyette açıkça ifâde edilmiştir: "Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanıdık. Artık o da, öldürme konusunda aşırı gitmesin. Çünkü kendisi yardım görmüştür"(el-İsrâ., 17/33).

Gerçek kişiye ait kul hakları, hak sahibi dikkate alınarak, düşürmeye (iskat) elverişli olup olmaması bakımından ikiye ayrılır.

l. İskata elverişli haklar. Şahıs haklarının hepsi, aynî (eşya) hakların aksine iskata elverişlidir. Kısas, şuf'a ve muhayyerlik hakkı gibi. Hakkı düşürmek ivazlı (bedel karşılığında) veya ivazsız olabilir.

2. İskata elverişli olmayan haklar. Kadının, kocasının evinde geceleme ve geleceği ait nafaka hakkını, müşterinin malı görmeden önce, görme muhayyerliği hakkını, şuf'a hakkı sahabinin (şefi') satışından önce hakkını düşürmesi ile bütün bu haklar düşmüş olmaz. Baba veya dede küçük çocuk üzerindeki velâyet hakkını düşürse, bu tasarruf hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü bu, şahsa bağlı özlük haklarındandır. Ebû Yusuf'a göre, vakfedenin vakıf mal üzerindeki velâyet hakkı da böyledir. Yine, cayılabilir(ric'i) talakla boşanan erkeğin, karısına dönme (ric'at) hibe edenin hibeden dönme, vasiyette bulunanın vasiyetten dönme hakkını düşürmesi geçersizdir. Annenin küçük çocuk üzerindeki hidâne malı çâlınan hırsızın cezalandırılması hakkını düşürmesi de sonuç doğurmaz.

Haklar mirasla intikal edip etmemesi bakımından da ikiye ayrılır:

İslâm hukukçuları teminat veya irtifak yahut ta'yin ve ayıp muhayyerliği haklarının miras yoluyla intikal edeceği konusunda görüş birliği halindedir. Borcu alabilmek için, rehni, satış bedelini alabilmek için de mebi (satılan malı);hapsetmek ve borca kefil isteme hakkı, teminat kabilindendir. Hakku'l-Mecra ve Hakku'l-Mesil yani sulama ve geçiş hakkı ise irtifak haklarındandır. Şart ve görme muhayyerliği, borcun vadesi ve ganimet üzerindeki hakkın taksimden önce mirasçılara geçip geçmeyeceği ihtilaflıdır.

Hanefilere göre, mücerred hak ve menfaatler mirasla geçmez. Çünkü miras, mevcut bir mal (ayn) üzerinde cereyan eder. Bunlar ise mal değildir. Borçlar da zimmetle devam ettiği sürece mal sayılmaz. Bunlar sadece zimmeti işgal eder, fakat gerçek kabızları tasavvur olunmaz. Ancak bunlara denk olan şeyler kabz edilebilir. Fakat bunlar hükmî mal sayıldığı için mirasla geçer. Hanefilerin dışındaki fakihlere göre ise; mücerred haklar; menfaat ve borçlar mirasla geçer. Çünkü bunlar da mal sayılır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir mal veya hak bırakırsa, bu mirasçılarına aittir. Kim Haciz ve bakıma muhtaç yoksul kimseleri bırakırsa bunlar bana aittir" (Buhârî, Nafakat, I5; Müslîm, Feraiz, 15-17; Ebû Davud Büyu', 9; Tirmizî, Feraiz, 1; İbn Mace, Feraiz, 9, 13).

Haklar konusuna göre mâlî olan ve olmayan şahsî ve aynî, mücerred olan veya olmayan diye üçe ayrılır.

1. Mali olup olmamasına göre ikiye ayrılır.

Mali Haklar: Konusu mal veya menfaat olan haklar: Satıcının semende, alıcının mebi' (satılan) ya da hakkı şufâ hakkı, irtifak hakları, muhayyerlik hakkı ve kiracının kiralanandaki hakkı gibi.

Malî olmayan Haklar: Bunlar mali yönü bulunmayan haklardır. Kısas hakkı, Nafaka yokluğunda kadının boşanma veya tefrik (ayrılma hakkı, hidâne ve şahıs üzerinde velayet hakkı gibi). Siyâsî, temel hak ve hürriyetlerde bu guruba girer.

Şahsî ve aynî haklar:

Şahsî hak; İslâm'ın bir kimse için başkasının üzerine koyduğu haklardır. Bu, bir işi yapmak veya birbirinden kaçınmak tarzında olabilir. Satıcının semeni, alıcının mebi'i teslim hakkı, insanın borç veya telef edilen yahut gasb edilen şeylerin bedeli üzerindeki hakkı, karının veya diğer hısımların nafaka hakkı ile emanete mal verenin, bu malın kullanılmaması konusunda emanetçi üzerindeki hakkı gibi.

Aynî Hak: İslâm'ın belirli bir şahsa ait kıldığı haklardır. Hak sahibi ile belli bir maddi eşya arasındaki ilişki böyledir. Belirli bir gayri menkul üzerindeki, geçit, su geçirme gibi irtifak hakları gibi.

3. Mücerred olan ve olmayan haklar.

Sulh veya ibra yoluyla düşürülünce hiç bir sonuç bırakmayan haklara mücerred hak denir. Şüf'â hakkı sahibinin şüf'â hakkinı düşürmesi gibi. Düşürüldüğü zaman bir iz (sonuç) bırakan haklarda mücerred olmayan haklarda Kocanın boşanmakla karısının cinsî yönlerinden yararlanma hakkını düşürmesi gibi. Bu takdirde kadın serbest kalır ve dilediği ile evlenebilir (Alî el-Hafıf, Ahkâmü'l-Muâmelâtiş-Şeriyye, s. 38 vd; ez-Zuhaylî, a.g.e. IV, 16 vd).

Haklar, kazaya tabi olup olmaması bakımından dînî ve kazaî olmak üzere ikiye ayrılır:

1. Diyanî haklar. Bunlar kaza velâyeti altına girmeyen haklar olup mahkeme yolu ile takibi mümkün olmaz. Kişi sadece Rabbi ve vicdanı önünde sorumlu olur. Meselâ, bir kimse, alacağını hâkim önünde ispat etmekten aciz kalsa, buna hak kazanmış olmaz. Belki borçlunun diyâneten (vicdanen) borcunu ödemesi gerekir. Resmi makamlarca tescil edilmiş dinî rıikâh akitleri diyâneten sabit sayılır ve bunlara nafâka, çocukların nesebinin subutî gibi şer'i hükümler lâzım gelir.

Kazaî haklar. Hâkimin velâyeti altına giren ve hâkim önünde isbatı mümkün bulunan haklardır. Diyânî hükümler niyete, vâkıaya ve gerçeğe dayanır. Kazaî hükümlar ise, işin dış görünüşüne göre ortaya çıkar. Bunlar da niyete, işin vâkısına ve gerçeğine bakılmaz. Meselâ, bir kimse eşini yanlışlıkla (hataen) boşasa, fakat boşamayı kastetmemiş bulunsa, hâkim zâhire göre hüküm vererek boşanma tasarrufunu geçerli sayar. Kişi Allah'la kendi arasında diyaneten bu talakın yokluğuna hükmebedilir. Müftî de buna göre fetva verebilir. Çünkü koca, gerçekte boşamayı kastetmemiştir (ez-Zühaylî, a. g. e., I V, 21, 22).

Hakkın Hükümleri:

Bir hak, sahibi için sâbit olduktan sonra aşağıdaki hükümler cereyan eder.

a) Hakkın ifası. Hak sahibi hakkını meşrû şekilde kullanma yetkisine sahiptir.

Allah hakkı olan ibadetleri, normal zamanlarda azîmete; acz, hastalık veya yolculuk hallerinde ise ruhsata uyarak ifa etmek mü'min için bir hak ve görevdir. Mukîmin namazı tam kılması, oruç tutması, yolcunun ise namazı kısa kılması, orucu kazaya bırakabilmesi gibi. Müslüman, zekât gibi mâli bir ibadeti yerine getirmezse, hâkim zekâtı ondan zorla alır ve İslâm'a göre verilmesi gereken yerlere (bk. et-Tevbe, 9/60) dağıtır. Mâlî olmayan ibadetleri açıkça terkederse, hâkim sahip olduğu çarelere başvurur. Gizli terk varsa, Allah'ın bu kimseleri dünyada elem, belâ ve musîbetlerle, âhirette ise elem verici bir azapla cezalandırılmasından korkulur.

Kul haklarının yerine getirilmesinin, yükümlünün ihtiyar ve rızası ile olması asıldır. Eğer o, bu hakkı teslimden kaçınırsa duruma bakılır; gasbedilen, çalınan veya emânet verilen malda olduğu gibi, hakkın kendisi (aynı) veya istihkâk edilmiş olan gasbolunmuş malın misli elde mevcutsa mal misli ile alınır. Ancak bunları bizzat almak fitne ve zarara yol açacaksa yahut elde hakkın cinsinin aksine mal varsa, hak sahibinin hakkını bizzat alma hakkı yoktur. Ancak bu konuda mahkemeye başvurabilir. Bunda görüş birliği vardır.

Hanefilere göre, mal, alanın elinde, hak cinsinden bir mal olarak mevcut olur ve bizzat alınmasında fitne ve zarar tehlikesi bulunmazsa, hak sahibi bunu hâkim kararı olmaksızın bizzat alabilir. Hatta İbn Âbîdîn (Ö. 1252/1836) insanların borçlarını ödemede gevşek davranmaları ve teminatların bozulması sebebiyle, borçlunun elindeki malın hak cinsinden olup olmamasına bakılmaksızın, bunun alacaklı tarafından bizzat alınabileceğini söyler. Şâfiîlerin görüşü de böyledir: " Kötülüğün cezası benzeri bir kötülükle mukabeledir" (eş-Şûrâ, 42/40). "Ceza verirken, size verilenin aynıyla karşılık verin "(en-Nah/, 16/ 126). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin yanında kendi malını bulan, bu malda daha fazla hak sahibidir"(Ahmed b. Hanbel, V, 13; İbn Mâce, Ahkâm, 26):

Mâlikî ve Hanelîlerin meşhur görüşüne göre, borçlunun elinde hak cinsinden bir mal bulunur ve bunun bizzat alacaklı tarafından alınmasında bir fitne ve zarar olmasa bile, bunu hak sahibi ancak hakim kararıyla alabilir. Delil olarak şu hadisleri ileri sürerler: "Emâneti, sahibine ver ve sana hıyânet edene hâinlik etme" (Ebû Dâvud, Büyû, 79; Tirmizî, Büyû, 38; Dârimî, Büyû, 57; Ahmed b. Hanbel, III, 414). Ebû Süfyân'ın (Ö. 31/651) karısı Hind, Hz. Peygamber'e, kocasının malından kendisi ve çocukları için habersiz olarak alıp alamayacağını sormuş, Rasûlullah (s.a.s) O'na şöyle cevap vermiştir: "Ma'rûf üzere sona ve çocuğuna yetecek kadar al " (Buhârî, Büyû', 95; Nesâî, Kadâ, 31; İbn Mâce, Ticârat, 65; Dârimî, Nikâh, 54).

Sonuç olarak, başkasının yanında bir hakkını mal veya ticaret eşyası (urûz) olarak bulan kimsenin borçlu, ödemede gevşek davranıyor veya borcu inkâr ediyorsa, bunu mahkeme kararı olmaksızın, zarûret sebebiyle, diyâneten almasının mübah olduğu konusunda, görüş birliği vardır (İbnü'l-Humâm, a. g. e. IV, 219-265; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 25, 26).

Borçların ifasında, adâlet ilkesine uyulur. Ancak hakkın çeşit veya miktarı belirli değilse, insanlar arasındaki ortalama ölçüsü esas alınır. (Haklarda orta yol için bk. el-Bakara, 2/233, el-Mâide, 5/89). Eğer borçlu darlık içinde ise, ona kolaylık göstermek gerekir: "Eğer borçlu darda ise, ona genişliğe çıkıncaya kadar süre verin, bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280). Kadının mehir, kısas hakkı sahibinin kısas hakkından vazgeçmesinde de böyle bir kolaylık söz konusudur (bk. en-Nisâ, 4/4; el-İsrâ, 17/33).

Bir kimsenin sahip olduğu bir haktan vazgeçmesi kendisi için bir ecir kaynağıdır. Âyette şöyle buyurulur: "Kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Kim kendine yapılan kötülüğü affedip barışırsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, Zâlimleri sevmez" (eş-Şûrâ, 42/40).

b) Hakkın himâyesi. İslâm, kendi tanıdığı hakları hem dünyevî, hem de uhrevî müeyyidelerle koruma altına almıştır. Allah hakkı olan ibadetlerin uhrevî ecir veya terki halinde azaba sebep olması, dünyevî bakımdan da "iyiliği emir ve kötülükten nehiy" çerçevesinde müeyyide bağlanması koruyucu niteliktedir. Kul hakları içinde herkes birbirinin mal, can ve ırz gibi temel haklarına saygı göstermek zorundadır. Aksi halde Devlet gücü devreye girer ve saldırıyı önler.

c)Hakkın meşrû şekilde kullanılması. Hakların İslâm'ın emrettiği şekilde izin verdiği ölçüler içinde kullanılması gerekir. Bir kimse mülkiyet hakkını dilediği gibi kullanır, fakat komşusuna ışığını veya havasını keserek vb. şekillerde zarar vermemesi de gereklidir. İslâm, başkasına zararı ve zulmü yasaklamıştır. Bu prensip, tüm Devlet yöneticileri için de geçerlidir. Nitekim Halkın şikâyeti üzerine Hz. Ömer (Ö. 23/643), Ammar b. Yâsir'i (Ö. 34/657) kûfe vâliliğinden azletmiştir.

d) Hakkın başkasına nakli. Bazı hakların başkasına nakledilmesi mümkün ve câizdir. Bu hak mâlî veya gayrî mâlî olabilir. Meselâ; satılan maldaki mülkiyet hakkı, satım akdi sebebiyle satıcıdan alıcıya geçer. Alacak hakkı, borçlunun ölümü hâlinde mirasa intikal eder. Yine mâlî olmayan haklardan küçük çocuk üzerindeki velâyet hakkı, babanın ölümü hâlinde dedeye, hıdâne hakkı, annesi çocuğun mahremi olmayan birisiyle evlenmesi hâlinde anneden ana cihetinden nineye geçer, hakkın intikal sebeplerinin bazıları şunlardır: Akit, ölüm, alacağın veya bir hakkın başkasına havâlesi (ciro).

e) Hakkın sona ermesi. Hakkın sona erme sebepleri, hakkın çeşidine göre değişir. Nikâh akdi talâkla, çocuğun babası üzerindeki nafaka hakkı ise, kazanacak çağa ulaşmasıyla son bulur. Yine mülkiyet hakkı satımla, intifa hakkı icâre akdinin feshi veya kira süresinin bitmesi yahut da akdin bazı özürler veya evin yıkılması gibi sebeplerle sona erer. Alacak hakkı; edâ, takas, sulh, hibe, iskat veya ibrâ yollarıyla ortadan kalkar.

Sonuç olarak İslâm hukuku açısın dan hakların asıl kaynağı İslam'dır. Durum böyle olunca, hakkın doğması, kullanılması, korunması ve sona ermesi ile ilgili hükümleri de İslâm'ın belirlemesi tabiîdir.

Hamdi DÖNDÜREN

Şirk

"Şe-ri-ke" fiilinin masdarı, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir.

Bu fiilin dört harfli "if'âl" babındaki şekli "eşrake"dir ve ortak tanıma, ortak koşma demektir. Bu babın ismi faili olan "müşrik" de, ortak koşandır (el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961, II, 259, "şe-ri-ke" md.)

Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir.

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir (el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3 vb).

Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli Hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdeşinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

Yüce Allah Kur'an'da: "Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 31/13) diye buyurarak, şirki bir zulüm olarak tanıtmıştır. Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur (el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992, IV, 333). Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür. Şirk'e düşen insanın kendi şahsına zulmettiğini destekler mahiyetteki diğer bir âyetin meâli şöyledir:

Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir" (el-Hacc, 22/31 ) .

Şirk'e düşen insan o kadar perişan olur ki, Yüce Allah ile bağları kopar; istikametini şaşırır; iyi ile kötüyü ayırd edemez hale gelir ve kendi öz çocuğunu öldürecek kadar şaşkın bir duruma düşer. Onların bu acı hali, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir.

Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü (güzel bir şeymiş gibi) gösterdi ki (böylece) hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!" (el-En'am, 6/137).

Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. O'ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır" (en-Nisa, 4/116).

"Onlar (müşrikler, şirk koşanlar insanları) ateşe çağırır. Allah ise izniyle Cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır" (el-Bakara, 2/221).

"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar, Cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir" (el-Beyyine, 98/6).

Tevhide aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (s.a.s)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. İslâm dini annebabaya son derece itâat etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşmanı için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm." (el-Ankebût, 29/8).

Biz insana anne-babasını tavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek (karnında) taşımıştır. Onun (memeden) ayrılması da iki yıl içinde olmuştur. (Bunların hepsi, güç şeylerdir. Onun için biz insana) '-Bana ve anne-babana şükret. Dönüş banadır, (diye öğüt verdik). Eğer onlar seni hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itâat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz banadır. (O zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim" (Lokman, 31/14,15).

Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:

Helak edici yedi şeyden sakının:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;

4- Yetim malı yemek;

5- Savaş alanından kaçmak;

6- Faiz yemek;

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek" (Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48, Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâı, Vesâya, 12).

Şirkin dışındaki günahların affedileceği, imân sahibi olan bir insanın bu gibi günahları işlediği takdirde, cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceği, ancak şirke giren insanların, tevbe etmeden öldüğü takdirde, affedilmeyeceği Rasûlüllah (s.a.v) tarafından haber verilmiştir:

"Cebrail bana gelerek şu müjdeyi verdi: "-Ümmetinden kim Allah'a şerik (ortak) koşmadığı halde ölürse, Cennet'e girer". Bunun üzerine ona dedim ki: "-Zina da etse, hırsızlık da yapsa ..?" Cevap verdi: "Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa..." Peygamberimiz (s.a.s)'in bildirdiğine göre, Cebrâil (a.s)'a bu soruyu üç defa sormuş ve her seferinde aynı cevabı almıştır (Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b. Hanbel, V, 152, 159, 161, VI, 166)

Bir de küçük şirk diye bir çeşit şirk daha vardır. O da, ibâdetlere riya ve gösterişi karıştırmak, Allah'ın rızasından sapmaktır. Kur'an'da bu hususta şöyle buyurulmuştur:

Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabb'ine ibâdette hiç kimseyi şerik kılmasın (ortak tutmasın)" (el-Kehf, 18/110).

Bu âyette geçen, ibâdette Allah'a şirk koşmaktan gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi olmamak, Allah'ın rızasının dışındaki riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir (el-Beydâv, Envanu't-Tenzil ve Esranu't-Te'vîl, Mısır 1955, II, 14).

Hz. Muhammed (s.a.s)'in de bu hususta söylediği Hadislerden bazıları şöyledir:

Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir." Hazır bulunanlar: "Ya Rasûlüllah! Küçük şirk nedir?" diye sordukları zaman, Rasûlüllah (s.a.s) şöyle devam etmiştir: "Küçük şirk, riya yani gösteriştir. Ahiret gününde insanlara amellerinin karşılığı verildiği zaman, Allah diyecek ki: "- Dünya hayatında iken, kendileri görsün diye riya ve gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?" (Ahmed b. Hanbel, V, 428, 429).

"Ümmetim için en çok korktuğum şey, Allah'a şirk koşmaktır. Ama dikkat edin; Ay'a, Güneş'e veya puta tapacaklar, demiyorum. Fakat, Allah'ın rızasının dışındaki gayeler için harekette bulunacaklar ve gizli şehvet, yani riyâ ve gösteriş duygularını taşıyacaklar (demek istiyorum)" (İbn Mâce, Zühd, 21).

Ebu Hureyre (r.a) dedi ki, ben Rasûlüllah (s.a.s)'i şöyle söylerken işittim:

"Kıyamet günü aleyhine hükm olunacak halkın birincisi şehid edilen bu adam olacaktır. O kimse, (Allah'ın huzuruna) getirilir; Allah ona verdiği nimetlerini bir bir anlatır. O da bunları bilir ve hatırlar. Yüce Allah:

-”Bu nimetlerin arasında ne yaptın?" diye sorar. O kişi:

-"Senin rızan için savaştım ve nihâyet şehid oldum " diye cevap verir. Yüce Allah:

-”Yalan söylüyorsun. Fakat sen, hakkında kahraman denilsin diye savaştın. Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi yüz üstü sürüklenerek Cehennem'e atılır.

(İkinci olarak) İlim öğrenmiş, başkalarına da öğretmiş ve Kur'an okumuş biri huzur'u ilâhiye getirilir. Yüce Allah ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bunları anlar. Allah ona:

-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne yaptın " diye sorar. O şu cevabı verir:

-”Senin rızan için Kur'an'ı, ilmi öğrendim ve başkasına öğrettim." Yüce Allah ona da şöyle der:

-”Sen yalan söylüyorsun. Fakat sen Kur'an'ı, ilmi riya ve gösteriş için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin. Nitekim senin için bu övgüler yapıldı." Allah'ın emri üzerine o da sürüklenerek Cehennem ateşine atılır.

(Üçüncü olarak) Allah'ın kendisine geniş çapta zenginlik ve çeşitli maldan verdiği biri getirilir. Allah, buna da verdiği nimetleri ayrı ayrı anlatır. O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar. Yüce Allah ona da şunu sorar:

-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne gibi hayırlı işler yaptın ? O da şöyle cevap verir:

-"Senin rızan için, sevdiğin her türlü yola para harcadım. Maddi yönden, yardımda bulunmadığım hiç bir şeyi bırakmadım. " Yüce Allah ona da aynı şekilde cevap verir:

-”Sen yalan söylüyorsun. Aslında sen bunları, sana cömert denilsin diye yaptın. Riya ve gösterişte bulundun. Beklendiğin medih ve övgülere de kavuştun." O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü sürüklenerek Cehennem ateşine atılır" (Müslim, İmâre, 152; Nesef, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, II, 322).

Bu hadiste ifâde edildiği gibi, şehid olmak, alim olmak ve hayır yollarına maddi yardımda bulunmak, son derece güzel şeylerdir. Ancak bunlar Allah rızası için değil, riya, gösteriş veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiç bir kıymeti ve değeri yoktur.

Kul Hakkı

Üzerinde kul hakkı olan kişi bunu nasıl ödemelidir?

Bilinen ve ödenme imkânı olan haklar aynen ödenmeli, sahibinden de ayrıca helâllık alınmalıdır. Ödenme imkânı olup, her nasılsa sahibine ödenemeyen maddi haklar, sahibi adına, yani sevabı ona olmak üzere muhtaçlara verilmeli, sahibi için de istigfar etmelidir. Sahibine söyleme ve,ödeme imkânı olmayan, başkasına da ödenemeyen haklar için, hakkın sahibine ve kendine çokça mağfiret dilemeli, ona kendisindeki hakkını helâl ettirmesini Allah'tan israrla istemeli ve yakarmalıdır.

İmana Davet

Allah (c.c) şöyle buyuruyor :

"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah'ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver. Sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu, onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır." (Tevbe: 6)

Bu muhkem olan ayet; Şeriatlerin unutulduğu, hakka giden yolların karanlıklar içinde kaldığı bir dönemde bile, şiddetli cehalete rağmen şirk koşanlaramüşrik hükmü verildiğini ispat etmektedir. Bu ayete baktığımızda, söz konusu şahısta aynı anda iki sıfat bulunduğunu görüyoruz. Bunlar ise; şirk ve Rasulullah'ın risaletini bilmemektir. Görülüyor ki Rasulullah'ın risaletini bilmemek, şirk işleyen kişiye "müşrik" sıfatının verilmesine engel olmamıştır.

İmam Taberi dedi ki:

"Allah (c.c) ayeti kerimede nebisine şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed! Haram aylar geçtikten sonra sana öldürülmelerini emrettiğim müşriklerden biri Allah'ın kelamı olan, Allah'ın sana indirdiği Kur'anı dinlemek için senden eman isterse "fe'ecirhu" yani; Allah'ın kelamını dinleyinceye ve sen ona Kur'an'ı okuyuncaya kadar ona eman ver. Sonra onu, güvenlik içinde olacağı bir yere ulaştır.

"Bu onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır."Yani onlara istedikleri emanı vermen, Kur' an'ı dinlemeleri içindir. Onlar İslam'ı kabul etmedikleri taktirde onları güvenlik içinde olacakları bir yere ulaştırman da; onların cahil bir topluluk olmalarından ve Allah katından gelen delillere iman ettiklerinde Allah katında ne mükafatlar bulacaklarını, Allah'a imanı terk ettiklerinde ne kadar sorumluluk ve günah altında kalacaklarını bilmemelerinden dolayıdır." (Taberi Tefsiri)

İmam Begavi dedi ki:

"Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar..."

İslam'ı kabul ettiklerinde Allah katında nasıl mükafatlar kazanacaklarını, İslam'ı kabul etmediklerinde de Allah katında onları nasıl bir azabın beklediğini öğreninceye kadar...

"Bu onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır."

Yani; onlar Allah'ın dinini ve tevhidini bilmezler. Bundan dolayı Allah'ın kelamını dinlemeye muhtaçtırlar.

Hasan dedi ki:

"Bu ayet kıyamet kopuncaya kadar muhkemdir." (Begavi Tefsiri)

Şevkani, tefsirinde şöyle dedi:

"Bu onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır."

Yani gerek dünya hayatları ve gerekse ahiretleri için hayır ve şerri ayırdedebilecek faydalı ilimden mahrum olmaları sebebiyledir." (Fethulkadir Tefsiri)

Allah Affetmez

Allah Şirk ve Kul hakkını Affetmez.

Blog Listem

  • FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...
    4 ay önce
  • ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...
    9 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...
    10 yıl önce
  • REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...
    10 yıl önce
  • SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm
    13 yıl önce
  • Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.
    13 yıl önce
  • HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...
    13 yıl önce
  • İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...
    14 yıl önce
  • HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...
    14 yıl önce
  • SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...
    15 yıl önce
  • Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...
    15 yıl önce
  • İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...
    15 yıl önce
  • Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...
    15 yıl önce
  • Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...
    15 yıl önce